ARAP BAHARINA DEVLET SİSTEMLERİ PENCERESİNDEN BAKMAK

Suriye savaşı 5 yılı geride bıraktı. Fitili ilk olarak Tunus’ta seyyar satıcılık yapan 27 yaşındaki Muhammed Buazizi’nin kendisini ateşe vermesi ile başlayan ve kısa zamanda domino etkisi yaratarak Kuzey Afrika başta olmak üzere birçok Arap ülkelerindeki 100 yılık düzenler darmadağın eden bu halk hareketlerine Arap Baharı ismi verildi. Soğuk savaş döneminden kalma asker kökenli seküler Arap milliyetçisi yönetimler kısa zamanda çözüldü. İlk zamanlarda dünya kamuoyu tarafından demokrasi hareketi ve halk ayaklanması şeklinde adlandırılan olaylar gerçekte seküler otokrasilere karşı bir sünni isyanından başka bir şey değildi. Ancak dünyanın bu ayrımın farkına varamaması bugün sadece Suriye’de 500 binden fazla insanın ölümüne ve 5 milyondan fazla kişinin mülteci konumuna düşmesine neden oldu. Peki, bu isyan hareketleri Tunus’ta başarı sağlayıp diğer ülkelerde özellikle de Suriye’de nasıl istikrarsızlığa ve iç savaşa dönüştü?
     Bunun cevabını verebilmemiz için öncelikli olarak kıvılcımın ilk ateşlendiği yer olan Tunus’tan başlamak gerek. 1980 yılında ülkesi Tunus’tan sürgün edilerek Londra’ya yerleşen Raşid Gannuşi Yasemin Devrimi sonrası ülkesi Tunus’a dönerek kendi kurmuş olduğu Nahda Hareketi’nin yeniden başına geçti. 23 yıldır iktidarı elinde tutan Zeynel Abidin Bin Ali’nin devrilmesinin ardından yapılan seçimlerde en yüksek oyu almasına karşılık diğer iki parti İlerici Demokratik Parti ve Yenilenme (Ettajdid) Hareketi ile koalisyon kurarak bir demokrasi dersi verdi. Gannuşi’nin bu tavrında öğrenciliğini geçirdiği Fransa ve 11 yıl sürgün hayatı yaşamış olduğu İngiltere’deki demokrasi ortamının önemli bir yeri olduğu kadar, açıkça belirttiği gibi rol model olarak benimsemiş olduğu Türkiye’nin şüphesiz çok büyük bir payı var. Diğer taraftan Gannuşi’nin bu hareketi Tunus’u Mısır’da olan darbenin bir benzerinden de kurtarmış oldu. Bölgede Türkiye ve İran gibi güçlü bir bürokrasiye sahip olan Mısır’da yaşanan gösteriler sonrası Hüsnü Mübarek çekildi ve Müslüman kardeşlerin adayı olan Muhammed Mursi Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu. Ancak önemli reformlara imza atamadı ve halk tarafından dikdatör olmakla suçlandığı için yeni isyan dalgasının hedefi bu sefer kendisi oldu. 3 Temmuz 2013 günü Mısır ordusu yönetime el koydu ve Mursi idam cezasına mahkûm edildi. Yönetimi ele geçiren Abdulfettah El-Sisi her ne kadar tek başına bu darbenin mimarı gibi gözüküyor olsada asıl darbenin asıl mimarı Mısır bürokrasisi içerisindeki Enver Sedatçı diyebileceğimiz kilit bürokratlardı. Nitekim Enver Sedat’ı suikast sonucu öldüren yine Müslüman Kardeşler’e bağlı olarak Mısır ordusu içerisinde kurulan Mısır Devrim Konseyi isimli yapının 4 üyesiydi. Sisi’nin resmi devlet törenlerinin hemen hepsinde tıpkı Enver Sedat gibi askeri üniforma giymesi muhalif çevrelere verilen en büyük mesaj özelliği taşıyor. Mısır Arap baharının getirdiği kargaşa ve kaosu güçlü bürokrasi geleneği sayesinde kontrol altında tutabilmeyi beceriyor olsada Libya’nın bunu başaramadığı açık bir şekilde ortada. Mısır’da Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden birkaç gün sonra Libya güvenlik güçlerinin hükümet karşıtı insan hakları savunucusu Fethi Terbil’i tutuklaması, ülkenin doğusunda bulunan Bingazi şehrinde şiddet içerikli gösterilerin başlamasına neden oldu. Kaddafi’ye bağlı rejim güçleri, aşiretler ve özellikle yakın korumalığı başta olmak üzere çoğu bölgesel güvenliği de sağlayan özel askeri şirket personelleri savaşın ilk zamanlarında üstünlüğü elde etmiş olmalarına karşılık Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin öncülüğünü yapmış olduğu bir NATO operasyonu ile devrildi. Kaddafi’nin devrilmesinin ardından Arap dünyasının kaçınılmaz gerçeği olan kabile asabiyeti yüzünü gösterdi. Savaş sonrası kurulan koalisyon çok uzun sürmeden dağılmaya başladı ve kabileler arası silahlı çatışmalar şiddetini arttırarak devam ederken başta IŞİD olmak üzere Fas El Kaidesi gibi pek çok örgüt bu paylaşım savaşına doğrudan katıldı. Libya gibi istikrarın gelmediği bir diğer ülke Yemen oldu. Yasemin Devriminden etkilenen kitleler Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salihe karşı ayaklandı. Diğer ülkelerden çok daha sert geçen bu ayaklanma sürecinde isyancılar hükümet güçleri ile silahlı çatışmalara girdiler. Uzun sürmeden görevi terk eden Ali Abdullah Salih yerine onun yardımcısı olan Abd Rabbuh Mansur al-Hadi geçti. Çok geçmeden İran’ın örtülü destek verdiği ve Yemen nüfusunun %35’ini oluşturan Şiiliğin Zeydiye koluna mensup Husiler Cumhurbaşkanı Hadi’ye karşı isyan bayrağını açtılar. 21 Eylül 2014’te başkent Sana’yı ele geçirdiler. Husiler ile diyalog görüşmelerini yürüten Hadi’nin özel kalem müdürü Ahmed Avad Bin Mübarek’in 17 Ocak 2014’te kaçırılması ile gerilim iyice tırmandı. Meclisi ele geçiren Husilerin bu kadar güçlenmesine Yemen’i arka bahçesi olarak gören Suudi Arabistan’ın tepkisiz kalmayacağı ortadaydı. Husilere ve Ali Abdullah Salih yanlısı aşiretlere karşı 25 Mart 2015 tarihinde Kararlılık Fırtınası adı verilen hava saldırılarına başladı. Harekâta Suudi Arabistan’ın parasal ve siyasi olarak büyük destekler verdiği Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Sudan, Bahreyn, Kuveyt, Ürdün, Fas ve Mısır gibi ülkelerde doğrudan katılım gösterdi.
     Arap baharının Kuzey Afrika’dan körfeze doğru esen rüzgârları bir taraftan IŞİD gibi radikal İslamcı selefi örgütlere yeni çatışma ve kök salma alanları açarken diğer taraftan öncülüğünü Suudi Arabistan ve İran’ın yaptığı mezhepsel rekabetin çatışma sahalarına dönüşüyordu. Bu çatışma sahalarından bir diğeri de en geniş sınır komşumuz olan Suriye oldu. 1970 yılında Hafız Esad’ın bir darbe ile iktidara gelmesinden sonra 2000 yılındaki ölümüne kadar ülkeyi baskı ile yönetti. Koltuğu devretmeyi düşündüğü büyük oğlu Basil Esad’ın trafik kazasında ölümünden sonra İngiltere’de göz doktoru olarak görev yapan Beşşar Esad koltuğa oturdu. Şam baharı olarak anılan kısa dönemden sonra bazı muhalif insan hakları savunucusu ve aktivistlere yönelik tutuklamalar yeniden başladı. Deraa kentinde 15 Mart 2011 yılında başlayan gösterileri Beşşar Esad’ın kardeşi Mahir Esad’ın kanlı bir şekilde bastırmasından sonra silahlı direniş baş gösterdi. Günümüzde Özgür Suriye Ordusu olarak anılan ilk silahlı muhalif grubun dışında sayısı gitgide artan 130’dan fazla silahlı gruplar bulunmakta. Diğer taraftan Ürdün asıllı bir selefi olan Irak El Kaidesi lideri Ebu Musab el-Zerkavi’nin emri ile kurulan Cema’at el-Tevhid vel-Cihad isimli örgüt Suriye iç savaşı sayesinde hilafet ilan ederek IŞİD ismi ile bir İslam devleti kurma girişimlerine başladı. Arap baharının Suriye üzerine esen rüzgarlarıda çatışmalara kapı aralamaktan başka bir işe yaramadı. Katar ve Suudi Arabistan destekli radikal İslamcı örgütlerin ciddi oranda güç kazanıp sahada yayılmalarına karşılık bölge ülkelere İslam devrimini yaymaya çalışan İran bu durumu fırsata çevirmek ve sıradaki hedefin kendisi olmasını önlemek için adımını attı. 2003 Irak savaşı sonrası akıllı politikaları ile Irak’ı kendisine bağlayan İran gözünü müttefiki Suriye’ye çevirdi. Irak ve özellikle Suriye’de Esad rejimine destek amacı ile düzenlenen operasyonların başına bizzat İran’ın orta doğudaki kılıcı lakabı ile anılan Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani’yi atadı. 2013 yılında Hizbullah’ın rejim yanında çatışmalara katılması ile vekâlet savaşları başladı. Ayrıca Esad’ın gitmesi konusunda baskı yapan ve operasyon sinyalleri veren ABD’ye Rusya, İran ve geri planda Çin engel oluştururken, Esad rejimi misilleme olarak Amerika’nın en büyük düşmanını sahaya sürdü. Küresel çaplı terörizmin mimarı sayılan El Kaide’ye bağlı Ebu Musab Es-Suri’yi serbest bıraktı. Diğer yandan Rusya yıllarca etki altında tuttuğu Suriye’nin elinden kaymasına izin vermemek ve Amerika’nın Orta Asya’ya sıçramasına mani olmak için Suriye’ye indi. Hem Suriye’deki varlığını İran’a kaptırmamak hemde Amerika’nın Suriye’yi ezerek Orta Asya’ya sıçramasına mani olmak için bu harekâtı gerçekleştirdi. Çin’de Amerika’nın Ortadoğu bataklığından çıkıp uzak doğuda kendisini kuşatmasını beklemek yerine Ortadoğu’da Amerika’ya karşı direniş cephelerine örtülü destek vererek oyalama taktiğine yöneldi. Genel çerçeve içerisinde değindiğimiz olaylara baktığımızda 27 yaşındaki Muhammed Buazizi’nin kendisi için yaktığı ateşin Buazizi yetinmeyip bütün dünyaya sıçramaya hazır bir alev topuna dönmüş olduğudur. Ama bu sorunların altında yatan asıl sebep nedir şimdi ona değinelim.
İlk olarak Tunus mağrip ülkeleri içinde homojen nüfus yapısı nedeniyle millet potansiyeli taşıması, geleneklerinin korunması gibi özelliklerinden dolayı ulus-devlet oluşumunu sağlayabilmiştir. Ayrıca Nahda hareketinin seçimler sonrası göstermiş olduğu ortak yönetim çabası Yasemin Devrimi’nin ruhu ile örtüşen bir tutum oluşturmuştur. Ancak bu durumda asıl belirleyici olan etken hiç şüphesiz Libya’da olduğu gibi bir güçlü asabiyet bağına sahip aşiretler olmamasından dolayıdır. Libya’da bugün yaşanan çatışmanın ve Kaddafi sonrası oluşturulamayan düzenin sebebi aşiretlerin fazla olması ve kabile ruhu ile hareket etmelerinden kaynaklıdır. Kökenleri birinci dereceden Araplara ve Berberilere dayanan aşiretler Libya’da hayati öneme sahip konumda. Kaddafi’de kendi rejimini siyasi ittifaklardan çok aşiretler ile yapmış olduğu ittifaklar üzerine kurmuştu. Kendisine ‘’kardeşçe lider’’ demesinin sebebi de bu aşiretler ile olan ilişkilerinden kaynaklıydı. Hassas dengelere dayalı Libya devlet yapısı NATO operasyonu sonrası düzelmesi zor bir şekilde dağılma gösterdi. Mısır ise kadim tarihi, güçlü ordusu ve en önemlisi güçlü bürokrasisi ile bugün Arap dünyasının ağabeyi olarak kabul ediliyor. Kendisine tehdit olarak gördüğü Arap dünyasındaki en organize ve büyük hareket olan Müslüman Kardeşlerin Arap baharı ile kazandığı iktidarı yine elinden darbe yolu ile almak konusunda hiç çekinmedi. Arap baharının Tunus dışında yayılan yıkıcı etkilerini Suudi Arabistan, Kuveyt ülkelerden sonra en az zararla bastıran ülke oldu. Yemen’de ise durum mezhepsel çatışmalara kaydı. İran ve Suudi Arabistan arasındaki mezhepsel çekişmenin Suriye’den sonra ikinci büyük ayağını oluşturan Yemen’de hiçbir zaman tam anlamıyla hâkim olamayan devlet düzeninin eksikliği yeniden ortaya çıkmış oldu. Libya’da çatışma aşireti öncelik alırken Yemen’de mezhebi öncelik alacak şekilde gelişti. Suriye’de de mezhepsel çatışma alanına dönmesinin yanında küresel aktörlerin vekâlet savaşları yürüttüğü bir savaş sahası oldu.
Ancak Esad’ın gitmesini isteyen başta körfez ülkeleri, Türkiye ve ABD’nin göremediği bir gerçek Suriye’nin Libya ve Yemen örneklerinde olduğu gibi bir aşiret çekişmesi yada keskin mezhep ayrılığının içinde bulunan bir ülke olmadığı aksine Baas partisinin yıllarca Lübnan iç savaşı deneyimi başta olmak üzere birçok alanda dolaylı yoldan karıştığı sorunların Suriye rejimine kazandırmış olduğu deneyimlerdir. Bir diğer yanılgı Mısır örneğinde olduğu gibi ordunun tarafsızlığını ilan ederek geri çekileceği oldu. Ancak Hafız Esad döneminden beri ordunun üst kademelerine kendi akrabalarını ve Nusayri olan subayları getirme davranışı rejimin ayakta kalmasını sağladı. Genel olarak nedenlerini ve sonuçlarını açıkladığımız bu olaylara baktığımızda ortaya iki gerçek çıkıyor. Birincisi; ulus-devlet inşasına yönelen ve bunu başarabilen devletlerin her ne kadar yıkıcı olsada bu tarz çatışmalar çıkartan sıkıntıların üstesinden gelebilirken bunu başaramayan yada bu yolda herhangi bir adım atmayan devletlerin ise istikrar sağlama konusunda hiçbir zaman başarılı olamadıkları gerçeği. Diğeri ise jeostratejik önemin varlığı. Tunus’un diğer ülkelere göre daha az bir jeostratejik öneme sahip olması avantajı olurken, Libya’nın zengin petrolü ve Yemen’in Aden körfezine olan hakimiyeti çıkar peşindeki ülkelere davetiye çıkarmakta. Mısır’ın Süveyş gibi önemli bir ticari geçişe sahip olmasına karşılık güçlü devlet yapılanması bunun önüne geçiyor. Suriye ise istikrarsız ve sıcak çatışma ortamına her an sahip olan başta Irak ve Lübnan gibi ülkelere komşuluğunun yanında Akdeniz’deki doğalgaz yataklarına yakınlığı ile birçok ülkeye iştah kabartan bir görüntü sunuyor.

Yorumlar